İhtişamlı sarayı adaletin ve bilgeliğin merkezi, acizlerin ve güçsüzlerin sığınağı, kendisi de adaletin sembolü olan bir Peygamberimizi sizlere anlatmaya çalışacağız. Bu dünyada olup olabilecek en büyük güç, ihtişam ve bilgeliğin temsilcisi olan Süleyman Aleyhisselam Hazretlerini. Allah tarafından verilen ve başka hiçbir kula bahşedilmeyen bu kudret, bir çok efsanelere, atasözlerine ve şiirlere ilham olmuştur.
– “Dünya Sultan Süleyman’a kalmadı”
– “Mühür kimde ise Süleyman odur”
– “Süleyman’dır karınca yuvasında” gibi sözler nasihat ve ibret cümleleri olarak kültürümüze yerleşmiştir.
Süleyman Peygamberimizin yaşantısı dünyanın geçiciliğini, vefasının olmadığını, mal-mülk ve güç için çırpınmanın anlamsızlığını, bir gün hepimizin bu dünyadan göçüp gideceğini, gerçek olan sonsuz güç ve kudret sahibinin yalnız Allah Teala olduğunu anlatan en büyük örneklerdendir.
Hazreti Süleyman Gazze’de doğdu. Kuran’da 16 yerde ismi geçen Hz. Süleyman’ın, Davut Aleyhisselam’ın oğlu ve varisi olduğu, üstün kılındığı, şükreden, salih, hakim, anlayışlı bir kul olduğu bildirilmektedir.
Sad Suresi 30. Ayet bu duruma işaret etmektedir;
“Biz Davud’a Süleyman’ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu O, daima Allah’a yönelirdi.”
Çocukluğundan itibaren yüksek bir anlayışa sahip, çok zeki biriydi. Keskin zekası, engin bilgisi ve hikmetiyle karmaşık meseleleri kolayca çözebilme yeteneğine sahipti. O’nun bu özelliği ile ilgili Resulullah Efendimiz şöyle bir olay anlatır;
“…Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde iki oğlan vardı. Yolda giderlerken bir kurt gelip kadınlardan büyük olanın çocuğunu alıp götürdü. Bunun üzerine bu kadın, arkadaşı olan küçük kadına;
–Kurt, senin çocuğunu götürdü! dedi.
Küçük kadın;
–Hayır, senin çocuğunu götürdü! dedi.
Nihayet bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Davut Aleyhisselam’a müracaat ettiler. Davut Aleyhisselam çocuğun büyük kadına ait olduğuna hükmetti. Onlar mahkemeden çıkıp, Davut Aleyhisselam’ın oğlu Süleyman Aleyhisselam’a gittiler. Davut Aleyhisselam’ın hükmünü söylediler. Süleyman Aleyhisselam da;
–Bana bir bıçak getirin! Çocuğu iki kadın arasında paylaştırayım! dedi.
Bunun üzerine küçük kadın;
–Aman öyle yapma! Allah sana rahmet eylesin! Çocuk bu kadınındır! dedi.
Bunun üzerine Süleyman Aleyhisselam çocuğun küçük kadına ait olduğuna hükmetti.” (Buhârî, Enbiyâ, 40)
Çünkü analık şefkati, evladının ölmesine razı gelemezdi.
Süleyman Aleyhisselam’ın ferasetiyle alakalı bir başka rivayet de şöyledir;
“Bir gece, koyun sürüsü bir tarlayı harap etmişti. Tarla sahibi, Davud Aleyhisselam’a gelip şikayetçi oldu. Telef olan tarla, kıymet bakımından koyun sürüsüne eşit değerde idi. Bunun üzerine Davud Aleyhisselam, koyunların tarla sahibine verilmesine hükmetti. Süleyman Aleyhisselam, o sırada küçük yaşta olmasına rağmen;
“–Babacığım, bir yol daha var! Koyunları tarla sahibine borç olarak verelim; sütünden ve yününden faydalansın. Bu arada tarlayı düzenlesin. Tarla eski haline gelinceye kadar koyunlar kendisinde kalsın. İşleri yoluna girince de, sürüyü sahibine teslim etsin!” dedi. Davud Aleyhisselam bu teklifi çok beğendi ve öyle hükmetti. Enbiya Suresi 78 ve 79. Ayet’i Kerimelerinde şöyle buyrulur;
“Davud ve Süleyman’ı da (yad et)! Bir zaman, bir ekin hususunda hüküm veriyorlardı; hani o kavmin koyunları, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik.” (Enbiyâ, 78)
“Böylece bu (fetvayı) Süleyman’a biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm ve ilim verdik. (Enbiyâ, 79)
Davud Aleyhisselam, feraset sahibi olması ve Hakk’a gönülden bağlılığı sebebiyle Hazreti Süleyman’ı on dokuz oğlu arasından kendi yerine halife olarak seçti. Fakat İsrailoğulları bu tercihe karşı çıktılar;
“−Süleyman çocuk sayılır; aramızda O’ndan daha üstün ve büyük kimseler var!” dediler. Bunun üzerine Davud Aleyhisselam, Rahman’ın emri üzerine alimlerin huzurunda bir imtihan gerçekleştirdi.
Oğlu Süleyman’a;
“–Doğruluğu diğer cüz’lerin doğruluğuna, bozukluğu da diğer cüz’lerin bozukluğuna sebep olan nedir?” diye sordu. Süleyman Aleyhisselam;
“–Kalptir!” dedi. Bu cevabı çok beğendiler.
Sonra Davud Aleyhisselam herkesin asasının üzerine ismini yazıp bir odaya kilitledi. Yalnız Süleyman Aleyhisselam’ın asasının yeşerip yaprak verdiğini gördüler. Allah’ın bu lütfuna Davud Aleyhisselam hamd etti. İsrailoğulları da Hazreti Süleyman’ı halife olarak kabul ettiler.
Hilafet meselesini Allah’ın lütfuyla çözen Davud Aleyhisselam, oğlu Süleyman Aleyhisselam’a şu nasihatlarda bulundu;
“–Ey oğlum! Şaka yapmaktan sakın, çünkü onun faydası azdır. Pişmanlık doğurur. Kızmaktan da sakın, çünkü sahibini basitleştirir. Takvaya sarıl, zira takva her hale galiptir.
-İnsanlardan bir şey bekleme. İşte bu, hakiki zenginliğin ta kendisidir.
– Allah Celle Celalühü’nun sana vermeyip başkalarına verdiği nimetlere göz dikmek, senin için fakirliktir.
– Özür dilemeyi icap ettirecek davranış ve sözlerden sakın!
– Nefsini ve dilini doğruluğa alıştır!
– Bugünün dünden daha hayırlı olmasına çalış!
– Namazını, en son namazını kılan kimse gibi kıl!
– Aşağı ve bayağı kimselerle ülfet etme!
– Kızdığın zaman da, bulunduğun yerden ayrıl!
– Allah Celle Celalühü’’nun rahmetinden ümitvar ol! Çünkü O’nun rahmeti, her şeyi kuşatmıştır.”
Davud Aleyhisselam’ın vefat etmesinden sonra Süleyman Aleyhisselam hükümdar oldu. Kendisine çok nimetler ve bunları dilediğince kullanma yetkisi verildi.
“And olsun ki Biz, Davud’a ve Süleyman’a ilim verdik. Onlar; “Bizi mü’min kullarının bir çoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun!” dediler.” (Neml Suresi 15. Ayet)
Hazreti Süleyman’a Allah tarafından verilen, Mühri Süleyman olarak bilinen yüzükle rüzgarlar, cinler, kuşlar ve hayvanlar emrine itaat etmiştir. Kendisine kuş dili ve başka hayvanların dili de öğretilmiştir.
“Süleyman, Davud’a varis oldu ve dedi ki: «Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden verildi. Doğrusu bu, apaçık bir lütuftur.” (Neml Suresi 16. Ayet)
“Süleyman’ın emrine de kasırga (gibi esen) rüzgarı verdik; onun emriyle içinde bereketler yarattığımız yere doğru eserdi. Biz her şeyi biliriz.” (Enbiyâ Suresi 81. Ayet)
“Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü yine bir aylık mesafe olan rüzgarı da Süleyman’a verdik ve O’nun için erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, O’nun önünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden çıksa, ona alevli azabı tattırırdık.” (Sebe Suresi 12. Ayet)
“Süleyman için o ne dilerse, mabedler, heykeller, büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı. Ey Davud Ailesi şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe Suresi 13. Ayet)
Hazreti Süleyman atları da çok severdi. Sad Suresi 31, 32 ve 33. Ayetlerinde bu sevgi anlatılmaktadır;
“Hani kendisine bir zaman, akşam üstü iyi cins ve çalımlı koşu atları sunulmuştu. “Doğrusu ben bu iyi malları, Rabbimi anmaktan ötürü sevdim.” dedi. Nihayet atlar, perdenin arkasına gizlendi. “Geri getirin onları bana! dedi ve artık onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.”
Bir gün Hazreti Süleyman atları teftiş etmişti. Üç ayağını basıp, bir ayağının tırnağını yere değdirerek duran dizi dizi atları görünce;
“Ben sırf Rabbimin adını anmak için, yani O’nun rızasını kazanmak ve O’nun adını yaymak için dünya malını sevdim; nefsim için istemedim!” demişti.
Sonra seyislere, atları koşturmalarını emretmiş, hızla koşan atlar gözden kayboluncaya kadar onları seyretmiştir. Ardından at bakıcılarına;
“Onları bana getirin!” diye emrederek getirilen atları sevip okşamıştı. Böylece Rabbinin kudret ve sanatının muhteşemliğini tefekkür etmişti.
At, tarih boyunca kahramanlık, zafer, fetih ve asaletin temsilcisi olmuştur. Kur’an-ı Kerim’de üzerine yemin edilen Allah’ın kullarındandır.
Adiyat Suresi ilk beş ayetinde bu yemin şöyle edilmektedir;
“And olsun Allah yolunda koştukça koşanlara. And olsun kıvılcım saçanlara. Sabah sabah akına çıkanlara ve tozu dumana katanlara. Hep birden düşman topluluğunun içine dalanlara.” (Adiyat, Suresi 1-5 Ayetler)
Rasulullah Efendimiz de atlar hakkında şöyle buyurmuştur;
“Kıyamet gününe kadar atların alınlarına hayır, yani ecir ve ganimet düğümlenmiştir.” (Buhârî, Cihâd, 43; Müslim, İmâre, 96-99)
“Kim Allah’a gerçekten inanarak ve vaadine gönülden bağlanarak O’nun yolunda cihat etmek için at beslerse, o atın yediği, içtiği, gübresi ve bevli kıyamet gününde o kimsenin sevapları arasında olacaktır.” (Buhârî, Cihâd, 45; Nesâî, Hayl, 11)
Allah Teala tarafından verilen güç, kuvvet, kudret bir anda yine Allah Teala tarafından alındı. Hazreti Süleyman için imtihan vaktiydi. Sad Suresi 34. Ayeti Kerime’sinde şöyle anlatılır;
“And olsun ki, Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstünde bir cesed (gibi) bırakıverdik. Sonra tevbe ile eski haline döndü.” (Sad 34)
Ayette geçen imtihan hakkında bazı rivayetler vardır.
Süleyman Aleyhisselam Allah’ın verdiği yetkiyi taktığı yüzük ile kullanmaktadır. Bu yüzük Mühri Süleyman olarak bilinmektedir. Bir gün Hazreti Süleyman hiç çıkarmadığı yüzüğünü defi hacet sırasında en güvendiği cariyesine verir. Bu durumu takip eden cinlerden biri Süleyman Aleyhisselam’ın kılığını taklit ederek yüzüğü alır ve parmağına takar. Mucizevi güçlere sahip olan yüzükle ve görünüşünü de taklit ederek tüm varlıklara hükmeder. Süleyman Aleyhisselam ise kendisinin gerçekliğini kabul ettiremez ve sarayından atılır. Sade bir kul olarak geçirdiği günlerde, balıkçı pazarında çalışır. Hizmeti karşılığında günde 2 balık verilir. 1 balık ile ekmek alır, diğeri ile de karnını doyurarak günlerini geçirir. Bu arada Kur’an-ı Kerim’de “Kitaptan bir ilmi olan kimse” olarak bahsedilen Asaf Bin Berahya veziridir. Ve bir şeylerin yolunda gitmediğini hissetmektedir. Kesin emin olmak için eşlerine durumu sorar. Düşündüğünden daha fazlası olduğunu öğrenince tahtta oturanın Hazreti Süleyman olmadığı anlaşılır. Yakalanacağını anlayan asi cinni saraydan kaçar. Yüzüğü ise denize atar. Hazreti Süleyman’a hizmetinin karşılığında verilen balıkların içinden Süleyman Mührü çıkar. Rabbinin izni ve yardımı ile yüzüğüne kavuşan Hazreti Süleyman tekrar sarayına ve hükümdarlığına kavuşur. Bu olaydan esinlenerek Asaf Bin Berahya’nın bilgeliğini ve kıymetini anlatmak için Ziya Paşa şöyle demektedir;
– Asaf’ın miktarını bilmez, Süleyman olmayan,
– Bilmez insanın değerini alemde insan olmayan.
Diğer rivayet ise;
Süleyman Aleyhisselam, eşlerinin hepsinden erkek çocuğu olmasını ve bunların da Allah yolunda cihat etmelerini ister. Fakat “İnşaallah” demeyerek Allah’ın ismini anmayı unutur. Bunun üzerine ancak bir eşinden sakat oğlu olur. ”Tahtında bir ceset gibi bıraktık” sözünün, tahtına varis hükümdarlık görevini yerine getirebilecek bir evlat verilmemesi olduğu ifade edilmektedir.
Süleyman Aleyhisselam’ın tövbesi Sad Suresi 35. Ayeti Kerimesi’nde şu şekilde anlatılmıştır;
“Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz Sen, daima bağışta bulunansın.” dedi.” (Sad 35)
Süleyman Aleyhisselam’ın kimsenin ulaşamayacağı güçlerin kendisine verilmesini istemesi, övünmek için değildi. Zamanındaki zalim ve inkarcı kralları yenerek zulmü bitirmek, Allah’ın kanunlarını yeryüzüne hakim kılmak içindi. O dönemde dünyayı yöneten kafir kralların Nemrut ve Buhtunnasır olduğu rivayet edilir ki zamanın yerleşik ve süper güçleridir.
Fahreddin Razi ise Süleyman Aleyhisselam’ın duasına şöyle bir mana vermiştir;
– Rabbim! Bana öyle şanlı bir mülk ver ki, ben ona kavuşup öldükten sonra; “Dünya mülkünün vefası olsaydı, Süleyman’a olurdu” denilsin de, kimsenin dünya saltanatına hırs ve rağbeti kalmasın”
Bu ifadeden anlaşıldığına göre Süleyman Aleyhisselam’ın asıl maksadı dünya mülkünü değil, ahiret mülkünü istemesidir. Sad Suresi 36, 37 ve 38. Ayeti Kerimelerinde tövbenin ve duanın kabul edilişi anlatılmaktadır.
“Biz rüzgarı O’na boyun eğdirdik. O’nun emriyle, istediği yere tatlı tatlı akıp giderdi. Bütün bina yapan, dalgıçlık yapan şeytanları da. Ve zincirlerle birbirine bağlanmış diğerlerini” (Sad, 36-38)
Hazreti Süleyman’ın affedilmesi, kudret ve ihtişamının kendisine iade edilmesi ile birlikte, geniş bir kullanım yetkisi de verilmiştir. Hak Teala, Sad Suresi 39 ve 40. Ayetlerinde şöyle buyurur;
“–İşte bu bizim bağışımızdır! İster ver, ister tut; hesapsızdır! dedik. Doğrusu O’nun, bizim katımızda büyük bir değeri ve güzel bir yeri vardır.” (Sad 39-40)
Hazreti Süleyman dünya kudretinin zirvesinde iken, aynı zamanda tevazunun da zirvelerindedir. Tam anlamıyla birbirine ters olan iki zıtlığı en uçlarda yaşamıştır. Kendisine verilen kudrete rağmen,her anında Allah’tan korkardı. Çok edepli ve alçak gönüllüydü. Her sabah miskin ve fakirler ile oturur; “Miskinin, miskinlerle oturması uygundur” buyururdu.
Davud Aleyhisselam Allah Teala’nın emri ile Beyt-i Makdis’in inşaatını başlatmıştı. Fakat ömrü bu mabedin tamamlanmasına yetmedi. Süleyman Aleyhisselam bina yapan şeytanlar ve insanlar ile birlikte mabedin inşaasına devam etti. Emrinde olan insan, cin ve hayvanlar arasında iş taksimi yaptı. Yolların yapılması, taşların yontulup kazılması, demircilik ve derin sulardan inci ve hazinelerin çıkarılması işini cinlere verdi. Çiftçilik, çobanlık, ticaret ve sanat gibi işleri insanlara verdi. Hayvanları da yük taşıma, nöbet tutma gibi işler ile görevlendirdi. Özellikle su bulma ve keşif yapma görevi HüdHüd kuşunun görevi idi
Önce Beyt-i Makdis olarak bilinen bu mabedin ismi sonradan Mescid-i Aksa oldu. Yedi senede mabedin inşaası tamamlandı. Etrafına on iki mahallesi olan şehir kuruldu. Fazileti bakımından üç büyük mescitten biri oldu. Bu üç mescidin birincisi Mescid-i Haram , ikincisi Mescid-i Nebevi, üçüncüsü ise Mescid-i Aksa’dır. Tamamlanan mabed Süleyman Aleyhisselam’ın duası ile ibadete açıldı. Peygamber Efendimiz O’nun duası hakkında şöyle buyurdu;
Süleyman Aleyhisselam, Beyt-i Makdisi bina ettiği zaman, Allah’tan kendisine üç imtiyaz vermesini istedi;
-Kendisinden sonra kimseye nasip olmayan bir mülk ve saltanat,
-İlahi hükme uygun hüküm verme kudretinin bahşedilmesi,
-Sadece namaz kılmak niyeti ile Mescid-i Aksa’ya gelenlerin analarından doğdukları gün gibi, bütün günahlarının affedilmesini istedi”. Bu duası da kabul edildi.
Daha sonra Kudüs’te büyük bir sarayın inşaasına başladı. On üç senede tamamladı. O’nun zamanında barış tesis edildi. İmar, sanat, ve ilim ilerledi. Çeşmeler, su kanalları yapıldı. Köprüler, barajlar ve evler inşaa edildi. Güç ve ihtişamı bütün dünyaya yayıldı. Zamanındaki bütün kral ve hükümdarları Allah’ın emrine davet etti. Bunlardan biri de muhteşem bir zenginliğe ve saltanata sahip olan Sebe şehrinin melikesi olan Belkıs’tır.
Süleyman Aleyhisselam, Mescidi Aksa’nın inşaatının bitmesiyle, rüzgarlar, cinler, insanlar, kuşlar ve diğer vahşi hayvanlardan meydana gelen ordusu ile birlikte, Mekke’ye doğru bir yolculuk yaptı. Hazreti Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in Mekke’ye teşrif edeceklerini de haber verdi. Oradan San’a şehrine geçti. Gördüğü güzel bir vadide namaz kılmak istedi. Bu arada Hüdhüd, onlar namaz kılana kadar etrafı dolaşmak düşüncesiyle ordudan ayrıldı. Rastladığı diğer hüdhüd kuşlarının arasına karıştı. Gittiği yerlerde gördüğü manzaralar karşısında hayran kaldı. Diğer kuşlar, onu Belkıs’ın Sarayının bahçelerinde gezdirdiler.
Bu sırada Süleyman Aleyhisselam, abdest suyu bulması için Hüdhüd’ü aradı. Çünkü onun görevi, su alanlarını bulmaktı. Süleyman Aleyhisselam ne kadar aradıysa da onu bulamadı. Ayeti kerimelerde bu durum şöyle anlatılır;
“(Süleyman) kuşları teftiş etti ve şöyle dedi; “Bana ne oluyor ki Hüdhüd’ü göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?” (Neml 20)
Önce, “Bana ne oluyor ki, Hüdhüd’ü göremiyorum?” diyerek şefkatle onu arayan Süleyman Aleyhisselam, izinsiz ayrıldığını öğrenince, ordusundaki disiplin kaidesinin gereği olarak bu defa şöyle dedi:
“Ya bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek, ya da onu şiddetli bir azaba uğratacağım, yahut boğazlayacağım!” (Neml 21)
“Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip; “Ben, Sen’in bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den Sana çok doğru bir haber getirdim!» dedi.” (Neml 22)
Sebe Şehri, Belkıs’ın hükmettiği ülkenin başkenti idi. Sebe Suresi 15. Ayetinde şehrin nimetleri şu şekilde anlatılır;
“And olsun, Sebe kavmi için oturduğu yerlerde büyük bir ibret vardır. Biri sağda, diğeri solda iki bahçeleri vardı. (Onlara) “Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin! İşte güzel bir memleket ve çok bağışlayan bir Rab! (demiştik!)” (Sebe 15)
Hüdhüd, gördüklerini Süleyman Aleyhisselam’a anlatmaya devam etti;
“Gerçekten, onlara hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük tahtı olan bir kadınla karşılaştım.” (Neml 23)
“Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için hidayeti bulamıyorlar.” (Neml, 24)
“(Şeytan) göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler (diye yapmış). (Halbuki) yüce Arş’ın sahibi olan Allah’tan başka ilah yoktur.” (Neml 25-26)
(Süleyman) dedi ki: “Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız”(Neml 27)
Hazreti Süleyman, “Besmele” ile başlayan bir mektup yazdı, üzerine de meşhur mührünü vurarak Hüdhüd’e verdi. Ardından da şöyle söyledi;
“Şu mektubumu götür, onu kendilerine ver; sonra onlardan biraz çekil de, ne sonuca varacaklarına bak!” (Neml 28)
Hüdhüd, mektubu aldı ve Belkıs’ın tahtının üzerine bıraktı. Sonra bir kenara çekilip olanları seyretmeye başladı. Sabahleyin uykudan kalkan Belkıs, tahtının üzerindeki mektubu gördü. Kimin getirdiğini merak etti. Çünkü kapılar kapalıydı. Muhafızlara sordu;
“–Bu mektubu kim getirdi?” dedi. Onlar da;
“–Bizler kapının önünde bekçi idik. Hiç kimse içeri girmedi!” dediler.
Bunun üzerine Belkıs şaşkınlıkla mektubu açtı. Okudu ve hayretler içinde kaldı. Derhal kavminin ileri gelenlerini topladı ve onlara;
“–Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı!” dedi. Mektup Süleyman’dandır. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyladır.” (Neml 29-30)
Bazı müfessirler, Belkıs’ın mektuba bu ifadelerle gösterdiği hürmet neticesinde hidayetle şereflendiğine işaret etmektedirler. Nitekim sihirbazlar da, Musa Aleyhisselam’a;
“–Ya Musa! Önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” diyerek hürmet ve nezaket göstermişler ve sonunda imanla müşerref olmuşlardı. İran Kisrası ise Hazreti Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in hidayete davet mektubunu, yırtıp yere atmış ve hakaretler etmişti. Bu nedenle, mülk ve saltanatı parçalanmış, hayatı küfürle son bularak, kaybedenlerden olmuştu.
Allah dostlarından Bişri Hafi ise, üzerinde “Allah” ismi yazılı bir kağıdı yerden almış, temizleyerek güzel kokular sürmüş ve evinin en güzel yerine asmıştı. Bu hürmet dolu davranışı sebebiyle Allah Teala, ona büyük mükafatlar verdi. Salihler kervanına dahil etti.
Belkıs mektubu okumaya devam etti;
“(Hazreti Süleyman) Bana baş kaldırmayın, teslimiyet gösterip bana gelin! diye (yazmaktadır)” (Neml 31)
Süleyman Aleyhisselam, mektubuna besmele ile başlayarak, önce Allah’a itaat edilmesini istemiştir. “Bana gelin” ifadesi ile Hak yolunu kabul etmelerinin, şahsına itaat etmelerinden daha önemli olduğunu vurgulamıştır.
“(Melike Belkıs) dedi ki:
“–Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin! Siz yanımda olmadan hiçbir iş hakkında kesin karar vermem.”
Onlar şu cevabı verdiler;
“–Biz güçlü kuvvetli ve oldukça savaşçı bir milletiz. Buyruk ise senindir; artık ne buyuracağını sen düşün!” (Neml 32-33)
“Melike;
–Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. Onlar da böyle yapacaklardır. Ben onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne ile dönecekler! dedi.” (Neml 34-35)
Hüdhüd’ün kendisine ulaştırdığı mektup ile, Süleyman Aleyhisselam’dan; “Bana karşı baş kaldırmayın; teslimiyet göstererek bana gelin!” mesajını alan Belkıs, durumu halkının ileri gelenleri ile görüşmüştü. Bu görüşme neticesinde Süleyman Aleyhisselam’a elçiler gönderip kıymetli hediyeler sunarak O’nun baskısından güvende kalabileceğini düşündü. Böylelikle elçiler de O’nun gerçek gücü hakkında bilgiler edinecekti. Hz. Süleyman, Belkıs’ın hediyeler ile gelen elçilerini saf saf dizilen muhteşem ordusunun önünden geçirmiştir. Bu şekilde güç gösterisi yaparak olası savaşa girme durumuna engel olmuştur.
“(Elçiler) Süleyman’a gelince şöyle dedi;
“–Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır. Ama siz, hediyenize güveniyorsunuz.” (Neml 36)
Süleyman Aleyhisselam gelen hediyeleri rüşvet görerek, tehdit edercesine geri göndermiştir. Allah’ın verdiği mal ve servetin yanında getirdiklerinin hiçbir kıymetinin olmadığını da bildirmek istemiştir.
“–(Ey elçi!) Onlara dön; iyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak surette hor ve hakir halde oradan çıkarırız!” (Neml 37)
Elçiler geri döndüklerinde, karşı konulmaz bir orduya sahip olan Hazreti Süleyman ile savaştıklarında, ülkelerinden aşağılanmış olarak sürgün edilmelerinin kaçınılmaz olacağını anlatmışlardır.
Belkıs;
“–Niyetimizi anlamış olmalı! Bu sadece bir melik değildir; biz O’nun karşısında duramayız!” dedi. Tekrar bir elçi göndererek; “Kavmimin beyleri ile huzuruna geliyorum. Buyruğunu ve davet ettiğin dinini görmek istiyorum!” haberini yolladı.
Belkıs, meşhur tahtını, köşklerinin en sağlam ve muhafazalı bir odasına koydurup kapılarını kilitledi. Ardından büyük bir kalabalıkla Süleyman Aleyhisselam’a doğru hareket etti.
Bu arada Süleyman Aleyhisselam, yanındakilerden Belkıs’ın Sebe’de bulunan tahtını getirmelerini istedi.
“(Süleyman ) dedi ki;
-Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir?
Cinlerden bir ifrit;
–Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz! dedi.” (Neml 38-39)
Süleyman Aleyhisselam, sabahleyin tahtına oturur, dünyanın iş ve idaresiyle meşgul olur, öğleye doğru tahtından kalkardı. Buna göre ifrit, Hazreti Süleyman’ın tahtını, sabah ile öğle arasında getirebileceğini söylemekteydi.
“Kitaptan bir ilmi olan kimse ise;
–Gözünü açıp kapamadan ben onu Sana getiririm! dedi.
(Süleyman) onu yanı başına yerleşmiş olarak görünce;
–Bu, Rabbimin lütfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan etmek için. Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir. dedi.” (Neml 40)
Kuvvetli görüşe göre, tahtı göz açıp kapamadan getiren ilim sahibi kişinin, Süleyman Aleyhisselam’ın veziri Asaf Bin Berahya olduğu söylenmektedir.
“(Süleyman) dedi ki:
–Onun tahtını tanınmaz hale getirin; bakalım tanıyacak mı, yoksa tanıyamayacak mı? (Neml 41)
“Melike gelince;
–Senin tahtın da böyle mi? dendi.
O şöyle cevap verdi;
–Bu sanki odur! Bize daha önce bilgi verilmiş ve biz müslüman olmuştuk.
Onu, Allah’tan başka taptığı şeyler alıkoymuştu. Çünkü kendisi inkarcı bir kavimdendi.” (Neml 42-43)
“Ona;
–Köşke gir! denildi. Melike onu görünce derin bir su sandı ve eteğini yukarı çekti.
Süleyman;
–Bu, billurdan yapılmış, şeffaf bir zemindir! dedi.
Melike dedi ki;
–Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim. Süleyman’la beraber alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum.” (Neml 44)
Hazreti Süleyman, Sebe Melikesi Belkıs gelmeden önce, bir köşk inşa ettirmişti. Bu köşkün avlusu billurdan yapılmış, altından da su akıtılmış ve suya balıklar konmuştu. Belkıs, zeminin şeffaf bir madde olduğunu fark edemediği ve sudan geçeceğini sandığı için eteğini çekmişti. Bütün bu tedbir ve tertipler, onun akıl ve bilgisine güvenini sarsmış, gönlünü imanı kabule hazırlamıştır. Belkıs, bunun bir beşer hadisesi olmadığını anlayıp, orada ilahi kudreti görerek Müslüman olmuştur.
Hazreti Süleyman’ın karınca ile olan kıssası ise Neml Suresi 17 ve 18. Ayetlerinde anlatılmıştır;
“Süleyman’ın, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan orduları toplandı; hepsi bir arada düzenli olarak sevk ediliyordu. Nihayet Karınca Vadisi’ne geldikleri zaman bir karınca;
–Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin! dedi.”(Neml 17 18)
“Hazreti Süleyman’ın saltanatı, çok büyük bir saltanattır; çiğnenirsiniz! Yuvalarınıza çekilin!” dedi.
Bu sözleri işiten Süleyman Aleyhisselam;
“–Hayır, benim saltanatım geçicidir! Benim dünyevi hayatım da hudutludur. Bir Kelime-i Tevhid’in getirdiği saadet ise sonsuzdur!” dedi.
Allah Teala Neml Suresi 19. Ayet ile bu durumu anlatmaktadır;
Süleyman, onun bu sözüne tebessüm ile gülerek dedi ki: “Ey Rabbim! Beni; bana ve ana-babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve razı olacağın salih ameller işlemeye sevk et ve beni rahmetinle salih kullarının arasına kat!” (Neml 19)
Ayeti Kerimede buyrulduğu üzere Süleyman Aleyhisselam bütün saltanatına rağmen büyük bir tevazu, kulluk ve adalet şuuru içinde Rabbine sığınmıştır. Merhametinin, adaletinin ve Allah korkusunun bir örneğini de serçe kuşu ile olan ibretlik kıssasında görürüz.
Süleyman Aleyhisselam bir gün, serçe kuşunu azarlamıştı. Bunun üzerine serçe, Süleyman Aleyhisselam’ı tehdit etti;
“–Senin saltanatını ve sarayını mahvederim!” dedi.
Süleyman Aleyhisselam;
“–Senin cürmün ne ki, benim sarayımı mahvedesin!” dedi.
O küçük kuş şöyle cevap verdi:
“–Kanatlarımı ıslatır ve bir vakıf toprağına sürerim. Sonra da kanatlarıma bulaşan vakıf toprağını senin sarayının damına taşırım. Böylece benim taşıdığım o vakıf toprağı, senin sarayını çökertmeye yeter!”
Bu kıssadan hisse olarak, vakıf mallarının ne kadar önemli olduğunu ve bu emanetlere karşı son derece hassasiyet göstermemiz gerektiğini anlamaktayız. Büyüklerimiz,“Vav’lardan yani vallahi diyerek lüzumsuz yere yemin etmekten, sorumluluk şuuru ve hassasiyeti taşımayan bir vali olmaktan, vazifesini yerine getirmeyen bir vasi olmaktan ve vakıf malına ihanet etmekten sakının!” buyurmuşlardır.
Süleyman Aleyhisselam zamanında yaşanan Harut ve Marut meleklerinin kıssasını da anlatmaya çalışalım. O dönemlerde Yahudiler arasında sihir yaygındı. Bu yüzden Hazreti Süleyman’ın büyük bir sihirbaz olduğuna, hükümdarlığı da sihir ile elde ettiğine, hayvanları ve cinleri de sihir ile yönettiğine inanırlardı. Ancak Hazreti Süleyman, Kur’an-ı Kerim’de peygamber olarak tanıtılınca;
“Muhammed, Süleyman’ı peygamber sanıyor, halbuki o, bir büyücüdür!” demişlerdi. Bunun üzerine aşağıdaki Ayet-i Kerime nazil oldu;
“Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tabi oldular. Halbuki Süleyman, (sihir yapıp) kafir olmadı. Lakin şeytanlar kafir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil’de Hârût ile Mârût isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese;
–Biz ancak imtihan için gönderildik. Sakın yanlış inanıp da kafir olmayasınız! demeden, hiç kimseye (sihir) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile kocanın arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de, zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!” (Bakara 102)
Müfessir Fahreddin Razi, Harut ile Marut adlı iki meleğin yeryüzüne indiriliş sebebini birkaç şekilde açıklar;
– Bu iki meleğin yeryüzüne indirildiği zamanda sihirbazlar çoğalmıştı. Bunlar, sihir konusunda daha önce bilinmeyen şeyleri ortaya çıkardılar ve peygamberlik iddiasında bulundular. Böylece insanlara meydan okudular. Bu sebeple Allah Teala, peygamberlik iddia eden bu yalancıları tanımaları ve onlara karşı korunabilmeleri için bu iki meleği gönderdi.
Diğer bir yorum ise;
– Bu durumun, kulluk sorumluluğunu zorlaştıran bir imtihan olduğu düşüncesidir. Çünkü insanın, kendisini dünyevi lezzetlere ulaştıracak bir bilgiyi öğrendikten sonra, ondan uzak durması daha zordur. Bu yüzden imtihan zorlaştıkça, o imtihanı kazananların ecri de o oranda fazla olacaktır. Bu sebeple insan, ibadetler ile sevap kazanabileceği gibi, yasaklardan uzak durarak ta büyük kazançlar elde edebilir. Her ikisi de Allah’ın emrine uymak demektir.
Nitekim Hak Teala, Talut’un kavmini savaşa giderken sıcak bir günde, nehirden su içme yasağı ile imtihan etmiştir. Talut, ilahi emir gereğince;
“…Kim (o nehirden) kana kana içerse, benden değildir. Eliyle bir avuç içtiği müstesna, kimde ondan (fazlasını) tatmazsa, işte şüphesiz o bendendir…” (Bakara 249) demiştir.
Diğer yorumlara girmeden, Allah Teala’nın o melekleri sihri öğretmek üzere indirmesinde bir çok hikmetler olabileceğini söyleyebiliriz. Şüphesiz ki Allah Teala, her işinde hikmet sahibidir ve her şeyi en iyi bilendir.
Süleyman Aleyhisselam, Akabe Körfezinden Fırat kenarına kadar, kırk sene adaletle hüküm sürdü. Diğer hükümdarlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Gemiler yapıp, Kızıldeniz ve Umman Denizinde ticareti artırdı. Emrine verilen rüzgar, bu gemilerin yol almasını kolaylaştırdı.
Süleyman Aleyhisselam, yapılmakta olan büyük bir sarayın inşasını kontrol etmeye gitmişti. Bu bina su kıyısında çok heybetli bir saraydı. Ustalar işçiler, cinler, sarayın tamamlanmasıyla meşguldüler. Sarayın balkonuna çıkıp, kendisini yalnız bırakmalarını ve hiç kimsenin yanına yaklaşmamasını emretti. Sonra da balkonun kenarında asasına dayanıp durdu. Etrafı seyrederek tefekküre daldı. Bu sırada ömrü bitip, ecel vakti geldi. Azrail Aleyhisselam gelip; “Şu an dünyadaki hayatının son anıdır.” dedi.
Süleyman Aleyhisselam; “Allahü Teala’nın takdiri her ne ise o Haktır. Rabbime hamdolsun ki, asla kimseye zulmetmedim. Rabbimin emrine itaat etmekte gecikmedim. Herkesin dönüşü Allahü Teala’ya olacaktır. Görevlendirildiğin emri yerine getir.” dedi.
Süleyman Aleyhisselam asasına dayandığı halde ayakta vefat edip, öylece kaldı. Saray inşasında çalışanlar her gün düzenli olarak işlerine devam ediyordu. Halk da oraya gelip gidiyordu. Süleyman Aleyhisselam’ı ayakta durur vaziyette görüyorlardı. Fakat vermiş olduğu emir üzerine hiç kimse yanına yaklaşamıyordu. Asasının yere temas eden kısmını güve kurdu yiyip asa kırılınca, cesedi yere yığıldı. O zaman bu halini görenler vefat ettiğini anladılar. Bu durum Kur’an-ı Kerimde Sebe Suresi 14. Ayette bildirilmektedir.
“(Süleyman’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, O’nun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.”
Ayeti Kerime’de cinler hakkında buyrulan “küçük düşürücü azap” tabiri, onların güç işlerde çalıştırılmaları nedeniyle kullanılmıştır. Süleyman Aleyhisselam’ın öldüğünü anlamadıkları için, O’nun hayatta olduğu zaman gibi yorucu işlerine devam etmişlerdi.
Süleyman Aleyhisselam’ın hayatı gibi vefatı da, Tevhid Belgesi vasfındaydı. Çünkü, O’nun bu şekilde ölümü Allah’tan başka hiçbir varlığın gaybı bilemeyeceğini, ancak Cenab-ı Hakk’ın bildirmesiyle haberdar olunabileceğini tebliğ etmişti. Hak Teala, Süleyman Aleyhisselam’ın vefatını çok aciz bir varlık olan ağaç kurdu aracılığıyla ortaya çıkarmıştır. Böylece, insanlara ve gaybı bildiğini iddia eden cinlere, Allah’ın iradesi dışında hiçbir şey bilemeyeceklerini küçük düşürücü bir şekilde ispatlamıştır.
Süleyman Aleyhisselam dünyaya hükmetmiş, zamanında herkes Allah’a iman etmiş veya İlahi kanunlara boyun eğmek zorunda kalmıştı. Vefatından sonra, İsrailoğulları’nın arasında birlik bozuldu. İki ayrı devlete bölünüp, Hak yoldan ayrıldılar. Sonra da onlara doğru yolu göstermek üzere, İlyas ve Elyesa Aleyhisselam peygamber olarak geldi.
Süleyman Aleyhisselam, Mescid-i Aksa’ya Musa Aleyhisselamdan beri nesilden nesile geçerek gelen, Tevrat’ın içinde bulunduğu Ahid Sandığını koydu. Çünkü Musa Aleyhisselam, ümmetinin alimlerinden, Tevrat’ın Ahid Sandığına konularak muhafaza edilmesini istemişti. Bu durum Mescid-i Aksa’nın Buhtunnasır tarafından yıkılmasına kadar devam etti. Buhtunnasır, Kudüs’ü alınca, şehri yakıp yıktı. Mescid-i Aksa’da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri alıp Babil’e götürdü. Kudüs’ün yağmalanması esnasında, hakiki Tevrat ve Zebur yakılıp yok edildi. Bazı kimselerin hatırlarında kalan Ayetlerini yazmaları neticesinde, Tevrat isminde birbirlerini tutmayan çeşitli kitaplar ortaya çıktı. Milattan yaklaşık dört yüz sene evvel yaşamış olan Azra bunları topladı ve şimdiki Ahd-i Atik’teki Tevrat’ı yazdı.
Süleyman Aleyhisselam Efendimizin bize bıraktığı en büyük miras ile yani; bizlerin misafir, dünyanın ise konup göçeceğimiz misafirhane olduğunu anlatan dizeler ile sohbetimizi nihayete erdirelim. Bu konuda Ziya Paşa şöyle demektedir;
Seyretti heva üzre denir Taht-ı Süleymân,
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!..
Yunus Emre Hazretleri’de ;
Mal sâhibi, mülk sâhibi,
Hani bunun ilk sâhibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan!..
Selametle Dostlar!