Hüzün duygusu, anlatmaya çalışacağımız gönül erinin manevi hayatının en büyük gıdası ve cevheridir. Kalbi adeta hüzün deryasıdır. O derya, içinde nice inciler, mercanlar, hazineler barındırır. Kimi seyreyler huzur bulur, kimi gönüllerine ulaşacak yol bulur, kimi ise dalınca derinlere deryanın sahibini bulur. Orada yok olur, hiç olur ve Yaratanı ile bir olur.
Şöyle buyururdu;
“- Hak dostları daima büyük bir hüzün içindedir. Bunun sebebi de Cenabı Hakkı şanına layık bir şekilde zikretmek isteyip de bunu yapamayışlarıdır. Zira Peygamber Efendimiz’de şöyle dua ederdi;
“- Ya Rabbi, Seni hakkıyla sena etmekten acizim. Sen zatını nasıl sena ettiysen öylesin.”
Kendisinin ölümünden üç asır sonra müritleri tarafından yazılan ve orjinali British Museum’da olan “Nurul Ulum” adlı eserle evliyanın hayatı ve ilmi bakışı günümüze ulaşmıştır.
Ebu Hasan Harakani Hazretleri Anadolu’ya İslam mayasını çalan Horasan alperenlerinin piridir. Asıl adı Ali Bin Ahmed Cafer’dir. Milattan sonra 963-1033 yılları arasında yaşamıştır. Kutlu Peygamberimizin işaret buyurduğu İstanbul’un fethine giden yolları döşeyen hizmetkarıdır. Anadolu’yu İslam ile tanıştıran, gönülleri ısındıran, halifesi olduğu Rabbini, Ümmet ve kardeş olduğu Peygamberini en güzel şekli ile temsil eden gerçek mü’minlerdendir. Hayatını, kardeş olarak tanımladığı insanların gönlünü almaya adamıştır. Kendi yaşantısı hiçbir zaman başkalarının dünya ve ahiret kazancından ileri geçmemiştir.
Şu sözü kendini ve düşünce yapısını anlatan en güzel örneklerdendir;
-“Alim kişi sabah kalkar ilmini artırmaya çalışır. Zahit zühdünü artırmaya çalışır. Ebul Hasan ise bir kardeşinin gönlünü mutlu etme peşindedir.”
Şeyh Harakani Hazretleri 963 yılında İran Devletinin sınırları içerisinde kalan Bistam kasabasının kuzeyindeki Harakan köyünde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Daha sonra kendisi de ziraat ile uğraştı. Köyde, tarım ve bahçe işleri yaparak geçimini sağladı. Yetmiş üç yaşında iken 1033 yılında Kars vilayetinde şehit olarak vefat etti. Anadolu’ya Selçuklu akınları sırasında Çağrı Bey ile yapılan seferlere katılarak geldiği ve şehadet şerbetini bu topraklarda içtiği Evliya Çelebi seyahatnamesinde anlatılmıştır. Kabrinin keşfi Lala Mustafa Paşa’nın Güney Kafkasya seferi sırasında olmuştur.
Evliya Çelebi bu konuyu şöyle anlatmaktadır;
Kars Kalesi’nin III. Murad devrinde Lala Mustafa Paşa tarafından tamir edildiğini, bu esnada Ümmetin salihlerinden hafız bir askerin, gördüğü rüyayı Lala Paşa’ya anlattığını, asker gördüğü yaşlı bir zatın kendisinin Harakani olduğunu ve makamının burada bulunduğunu, ayağını bastığı yerin kazılmasını istediğini anlatmıştır. Bunun üzerine 100 işçi yeri kazmaya başlamış ve üzerinde;
“- Bahtiyar şehit Harakani benim anlamında “- Menem şehid ü said Harakani” ibaresi yazılı dört köşe bir somaki mermer bulunmuştur. Gaziler mermeri tekbir ve tevhidle kaldırınca şüheda kabri ortaya çıkmıştır. Yaralı pazusuna sarılı makrame ile sırtındaki hırkasının bile henüz çürümediği ve vücudunun sağ tarafındaki yarasının hala kanamakta olduğu görülmüştür. Gaziler yine tekbirle kabri kapamışlar. Kale içine ilk olarak Lala Mustafa Paşa tarafından Harakani adına bir tekke ile bir cami inşa ettirilmiştir” demektedir.
Harakani Hazretleri küçüklüğünden beri ibadetlerine düşkündü. Farzların haricinde pek çok nafile namaz kılardı. Bazen kendisine öyle bir hâl gelirdi ki, gafletle kıldığı endişesiyle namazlarını kaza etme ihtiyacı hissederdi. Ailesi ona ekmek vererek hayvanları gütmeye gönderirlerdi. Yabana gider oruç tutar, ekmeğini de sadaka olarak verirdi. Akşamları gelir iftarını açardı. Kimsenin bu durumdan haberi olmazdı. Biraz daha büyüyünce kendisine, saban ve tohum işini verdiler. Bir gün tohumu serpmiş saban sürüyordu. Ezan okundu. Şeyh sabanı durdurarak namaza gitti. Namazda selam verdiklerinde, sabanın hareket ederek çift sürdüğünü gördüler. Hazret başını secdeye koyarak;
“- Ey Allah’ım, duyduğuma göre her kimi dost edinirsen insanlardan gizli tutarsın” dedi.
Harakani Hazretlerinin eğitimi konusunda ise şu bilgiler verilmiştir. Hazretin ilk başta ümmi olduğu ve sonradan kendisine Mana yoluyla ilim verildiği bilgisi tüm kaynaklarda yer almaktadır.
Mana İlmi; Kişinin rüya veya diğer manevi yollarla irşad edilmesi durumudur. Yüz yüze olmayan, istihare yoluyla mürşidin müridini eğitmesidir. Bir anlamda uzaktan eğitimdir.
Zahiri hocası yüz yüze görüştüğü, sohbetlerine iştirak ettiği ve kendisinden ders aldığı mürşidi, Şeyh Ebu Abbas Kassabi’dir. Şeyh Ebu Abbas Kassabi kendisinin vefatından sonra Harakani Hazretlerinin ziyaret edilmesini isteyerek, halifesi olarak tayin ettiğini işaret etmiştir.
Harakani Hazretlerinin manevi şeyhi ise kendisinden bir asır önce yaşamış olan Ariflerin Sultanı Bayezid-i Bistami’dir. Cüneyd-i Bağdadi O’nun hakkında;
“-Bayezid’in biz sufiler içindeki yeri, melekler içindeki Cebrail’in mevki gibidir” demiştir.
Harakani Hazretleri böyle bir alimi kendisine mürşit kabul etmiş, O’nun ruhaniyetinden çok etkilenmiştir. Bir menkıbeye göre, Şeyh Harakani, 12 yıl boyunca yatsı namazını cemaat ile kıldıktan sonra Bayezid’in mezarını ziyaret eder, O’nun ruhuna dua eder, sonra geri döner sabah namazı cemaatine yetişirdi. Nihayet bir gün Bayezid Hazretlerinin türbesinden;
“ İrşada başlama zamanın geldi” sesini işitmiştir.
Harakani Hazretleri;
“- Ey Şeyh benim işime himmet lütfet ki, ben ümmi bir insanım, şeriatı hakkıyla bilmiyorum. Kur’an’ı gerçek manasıyla öğrenebilmiş değilim” dedi.
Türbeden gelen ses;
“- Ey Ebu Hasan ,oku” sesi ile dersi başlamış olur. Harakani Hazretleri yol boyunca Kur’an-ı Kerim okumuş ve tekkesine varıncaya kadar Kur’an-ı Kerim’i hatmetmiştir.
Dinine ve ibadetlerine düşkünlüğü, nefsiyle olan mücadelesi, daimi zikir ve tefekkür halinde olması nedeniyle kendisine “Asrının Şeyhi” denildi. Pek çok kerametleri ve manevi halleri görüldü.
Menkıbe ve rivayetlerden derlenen bilgilere göre Harakani Hazretlerinin, Ebu Kasım ve Ahmet isminde iki oğlu olduğu anlaşılmaktadır. Ebu Kasım, Harakani Hazretlerine husumet besleyenler tarafından başı kesilerek öldürülmüş ve Hazretin tekkesinin kapısına bırakılmıştır. Sabah ezanı vaktinde Ebu Hasan Harakani tekkeden dışarı çıkarken ayağı, o kesik başa dokunur ve oğlunu görür.
Şeyh Ebu Hasan:
“-Babasının biricik sevgili oğlu, yapmaman gereken neyi yaptın da bu başına geldi?” der. Sonra Ebu Kasım yıkanıp kefenlenerek defnedilir. Hazret böyle zor bir anında bile bela, beddua okumaz, kötü söz söylemez. Daha önemlisi kendi oğlunun bir kusuru nedeni ile bu durumun başına gelmiş olabileceğini ifade eder. İnsanları Allah katında değerli kılan, böyle bir takvadır. Tezkiretü’l Evliya adlı eserde bu öldürülme olayı zaman ve isim belirtilmeden yer almıştır. Diğer oğlu Ahmet ise sufi kimliğiyle babasının mirasını devam ettirmiştir.
Mevcut bilgilere bakıldığında, Şeyh Harakani, tasavvuf çevrelerinde hüzün deryası, ilahi güneş, asrın kutbu, saltanat sahibi şeyhlerin sultanı, tarikat ve hakikat ehlinin padişahı olarak kabul edildiği halde, en yakını ve hayat arkadaşı olan hanımı, O’nun bu manevi yönünü kesinlikle kabul etmemiştir.
Nitekim Feridüddin Attar Tezkiretü’l Evliya adlı eserinde anlattığı menkıbeye göre, İbni Sina künyesiyle bilinen Ebu Ali Sina Şeyh; Harakani’nin ziyaretine gider. Hazret, ormana gitmiştir.
İbn Sina, eşine:
-“Şeyh nerede” diye sorar.
– Eşi;
-“O sahtekâr ve zındığı ne yapacaksın” diye karşılık verir. İbni Sina, şeyhin hanımına aldırış etmeden Harakani Hazretlerini görmek için ormana gider. Şeyhin geldiğini, yükünü de bir arslanın ağzında getirdiğini görünce;
-“Ey şeyh! Bu ne hal?” diye sorar.
Şeyh Harakani karısını kastederek;
– “ Biz o kurdun yükünü çekmesek, arslan da bizim yükümüzü çekmez” diye cevap verir. Hazret bu cevapla, her nimetin bir külfeti olduğu gibi; her külfetin de bir nimeti olduğunu ifade etmiştir.
Aynı hikaye, Mevlana Celaleddin Rumi Mesnevi’sinde teferruatlı bir şekilde anlatılır. Olayın kahramanını İbni Sina’nın yerine Harakani Hazretlerinin meçhul bir müridini gösterir. O müridin diliyle Şeyh Harakani’yi Nuh Peygambere, hanımını da Nuh’un inkarcı karısına benzeterek hicveder.
Harakani Hazretlerinin İslam inancına bakışın nasıl olması gerektiğini, müridlerine sorduğu bir soruyla öğrenmekteyiz.
“- Hangi şey daha üstün ve değerlidir?
“- Ey Şeyh! Bilmiyoruz, bunun cevabını siz veriniz!” derler. O da;
“- Hayatın her safhasında, her zaman ve mekanda Allah’ın zikriyle dolu bir gönül!” cevabını verir.
Harakani Hazretlerinin şefkat, merhamet ve hizmetinin işareti olan güzel sözleri şu şekildedir;
O, insanlara karşı duyduğu sevgi, şefkat ve merhametini Kur’an’da geçen “O (Allah), kullarına rahmetiyle muameleyi kendine ilke edinmiştir.(En’am 12) doğrultusundadır ki;
“- Her kim bu kapıya gelirse ekmeğini verin ve inancını sormayın. Zira Yüce Allah’ın dergahında ruh taşımaya layık olan herkes, elbette Ebu Hasan’ın sofrasında ekmek yemeye de layıktır” demiştir. Allah’ın yarattığı kullarının dili, dini ırkı, rengi, inancı, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun sofrasının açık olduğunu belirtmiş ve ötekileştirmenin yanlış olduğuna dikkat çekmiştir.
“- Allah’ım! Eğer bütün dünyada Sen’in mahlukatına karşı benden daha şefkatli biri bulunursa, o vakit ben kendimden haya ederim!”
“-Türkistan’dan Şam’a kadar birinin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş benim ayağımı acıtmıştır, bir kalpte hüzün varsa o kalp benim kalbimdir.
“-İlahi! Bütün şartlar altında Sen’in ve Resul’ünün kölesi, mü’minlerin hizmetçisiyim!”
“-En büyük keramet; yorgunluk ve bezginlik hissetmeden Allah’ın mahlukatına hizmet etmektir.”
Harakani Hazretleri az yemek konusunda ise şu öğütlerde bulunmuştur;
“- Kırk yıl var ki misafir için hazırlanan dışında ne yemek pişirmiş ne de herhangi bir şey yapmışızdır. Misafir için pişen yemekten de kifayet miktarı faydalanırdık.” Demiştir.
Az konuşmak hakkında ise müritlerine; Lokman Hekim ve oğlu arasında geçen kıssayı anlatmıştır.
Nedir bu kıssa anlatalım;
Lokman Hekim bir gün oğluna;
“- Yavrucuğum bu gün oruç tut ve konuştuğun her şeyi not et. Akşam olunca konuştuklarını bana anlattıktan sonra iftar edersin” dedi.
Akşam olunca oğlu konuştuklarının hesabını vermeye başladı. Vakit geç oldu ve karnı iyice acıktı. Lokman Hekim ertesi gün aynı şeyi söyledi. Yine oğlu hesap verinceye kadar iftar iyice gecikti. Üçüncü günde oğlu lüzumsuz konuşmaları terk etti. Akşam babası hesap isteyince de;
“- Hesap verme korkusuyla az konuştum.” dedi. Lokman Hekim;
“- Gel öyleyse hemen yemeğini ye!” buyurdu.
Harakani Hazretleri müritlerine bu kıssayı anlattıktan sonra;
“- Dünyada lüzumsuz konuşmaları terk edenlerin hali, kıyamet günü, Lokman Hekim’in oğlunun hali gibi selamet olacaktır.” buyurmuştur.
Hazret, nefsi arındırıp kemale erdirmek konusunda şunları tavsiye etmiştir;
“- Allah sizi dünyaya temiz olarak getirdi; siz de O’nun huzuruna kirli olarak gitmeyiniz.”
“- Nasıl ki namaz ve oruç farzdır, ifası mecburidir, aynı şekilde gönülden kibri, hasedi ve hırsı bertaraf etmek te zaruridir. Zira ahlakımızın seviye kazanması, ibadetlerimizin kabulünün en büyük alametidir.”
“- Tandırdan elbisene bir kıvılcım sıçrasa, hemen onu söndürmeye koşuyorsun. Peki dinini yakacak olan bir ateşin, yani kibir, haset ve riya gibi kötü sıfatların kalbinde durmasına nasıl müsaade edebiliyorsun.”
“- Çok ağlayınız, az gülünüz. Çok susunuz, az konuşunuz. Çok infak ediniz, az yiyiniz, başınızı yastıktan uzak tutunuz.”
“- Aşık olan Allah’ı bulmuş, Allah’ı bulan kendini unutmuştur.” Demektedir.
Dünya malı ve sevgisine bakışını en iyi anlatan kıssası ise şudur;
“- Şeyhin küçük bir bağı vardı; orayı bir kez kazdı, gümüş çıktı. İkinci kez kazdı; altın çıktı. Üçüncü kez kazdı inci ve mücevher çıktı.
Bunun üzerine kendi kendine dedi ki;
“- Ya Rab! Beni bu topraktan çıkan değerli taşlarla avutma. Ben dünyalık için Sen’den yüz çevirmem.”
“- Derviş kalbinde düşüncesi bulunmayan kimsedir. Konuşur, ama sözü yoktur; görür, işitir ama gördüğü ve işittiği bir şey yoktur. Yer, ama yemeğinin tadı yoktur. Ne hareketi ve dinginliği ne de üzüntüsü ve sevinci vardır.”
“- Derviş o kimsedir ki ne dünyası vardır ne de ahireti. Ayrıca bunlara rağbeti de yoktur. Zira dünya ve ahiret gönülde yer verilmeyecek kadar değersiz şeylerdir.” Diyerek bizlere paha biçilemeyen öğütler vermektedir.
Harakani Hazretlerini ziyarete gelen Gazneli Mahmut’a şu nasihatleri vermiştir;
Hindistan Fatihi, büyük Sultan Gazneli Mahmut, Harakan Köyü yakınlarına geldiğinde, övgülerini duyduğu Ebu Hasan Hazretlerini ziyaret etmek istemişti. Evvela bir adamını çağırarak Harakani Hazretleri’ne gitmesini ve:
“–Gazne Sultanı ziyaretinize gelecek, sizler de müridlerinizle beraber onu karşılamaya çıkın!” demesini emretti. Eğer tereddüt ederse de; “Allah’a, Resulü’ne ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz.”(Nisa, 59) ayetini hatırlatmasını tembih etti. Bu talimatıyla Hazret’in nasıl davranacağını görerek onun manevi durumunu anlamak istiyordu.
Elçi, kendisine verilen vazifeyi yerine getirince Harakani Hazretleri ona şöyle dedi:
“–Mahmut’a de ki: «Ebu Hasan; “Allah’a itaat edin!” fermanıyla öyle meşguldür ki, seninle ilgilenecek hali yoktur.”
Bu söz, Sultan Mahmut’u derinden etkiledi. Yanındakilere;
“–Kalkın Şeyh’in huzuruna varalım, bu zat farklı bir insan, bizim bildiğimiz kişilerden değil!” dedi. Huzura varan Sultan Mahmut;
“–Bana bir nasihatte bulun!” dedi. Harakani Hazretleri;
“–Ey Mahmut, dört şeye dikkat et: Takva, cemaatle ifa edilen namaz, cömertlik ve halka şefkat!” buyurdu. Sultan Mahmut;
“–Bana dua et!” diye rica etti. Hazret;
“–Beş vakit namazda; “Allah’ım, mü’min erkekleri ve mü’min kadınları affeyle” diye dua ediyorum. Sen de buna dahilsin.” buyurdu. Sultan Mahmut;
“–Hususi dua istiyorum!” dedi. Harakani Hazretleri;
“–Ey Mahmut, akıbetin Mahmut olsun!” diye dua etti ve onları ayakta uğurladı. (Mahmut hayırlı ve güzel demektir)
Sultan Mahmut;
“–Geldiğimde iltifat etmemiştin, şimdi ise ayağa kalkıyorsun. O hal neydi, bu ikram nedir?” diye sordu. Hazret;
“–Gelirken sultanlık gururuyla ve imtihan için gelmiştin, şimdi ise gönül kırıklığı ve dervişlik haliyle gidiyorsun. Dervişlik devletinin güneşi, üzerinde ışıldamaya başladı. Daha önce sultan olduğun için kalkmadım, şimdi derviş olduğun için kalkıyorum!” dedi ve Sultan Mahmut gazaya gitmek üzere oradan ayrıldı.
Harakani Hazretlerinin diğer dua ve nasihatlarını okuyarak sohbetimize devam edelim.
“- Siz Allah derken, başka bir söz söyleyen kimse ile asla sohbet etmeyiniz.”
“-“Dilini öyle bir mühürle ki Allah’ın razı olmadığı şeyleri konuşmasın!
Kalbini öyle bir mühürle ki Allah’tan gayrısına meyletmesin!
Ağzına öyle bir kilit vur ki helal olmayan bir şey oradan geçmesin!
Diğer azalarını da öyle bir mühürle ki ihlassız bir amel işlemesin!”
“İlahi! İnsanları incittiğim zaman beni görür görmez yollarını değiştiriyorlar. Seni o kadar incittiğimiz halde Sen yine bizimle berabersin!”
“Allah Teala şu dört şeyle kula hitab eder: Beden, dil, kalp ve mal. Bedeni hizmete, dili zikre vermek kafi değildir! Kalben Cenabı Hak’la beraber olup malını da Allah yolunda cömertçe sarf etmedikçe vuslat yolunda mesafe alamazsın!”
“- Mü’minin azalarından en az birinin devamlı Yüce Allah ile meşgul olması gerekir. Bir mü’min AllahTeala’yı ya kalbiyle hatırlamalı. Ya diliyle zikretmeli, ya gözüyle O’nun görülmesini istediğini görmeli, ya eliyle cömertlik yapmalı, ya ayağıyla insanları ziyaret etmeli, ya bütün varlığıyla mü’minlere hizmette bulunmalı, ya aklıyla tefekkür ederek marifete ulaşmaya gayret etmeli, ya ihlasla amel etmeli, ya da kıyametin dehşetinden korkmalı ve insanları bu hususta ikaz etmelidir. Böyle birinin kabirden başını kaldırır kaldırmaz kefenini sürüye sürüye Cennet’e gideceğine ben kefilim.”
İki kişinin dinde çıkardığı fitneyi şeytan bile çıkaramaz;
“- Dünya hırsına sahip alim ve ilimden mahrum ham sofu.”
“- Amel işlemen gerekmez demiyorum. Lakin yaptığın ameli acaba sen mi yapıyorsun, yoksa sana yaptırılıyor mu? Bunu bilmen gerekir. Aslında kul, Allah’ın sermayesi ile ticaret yapmaktadır. Sermayeyi Allah’a verip gittiğinde, evvel de Allah ahir de Allah, ortası da Allah’tır. Ticaretin O’nun sayesinde kar eder, senin sayende değil! Pazarda kendisi için pay görene, oraya yol yoktur.
“- Allah Teala kuluna imandan sonra temiz yürek ve doğru dilden daha büyük hiçbir şey ihsan etmemiştir.”
Hazret, zamanının alimlerine ışık olduğu gibi kendisinden asırlar sonra gelen ilim sevdalılarına da yol göstermiştir. Kendisinden bir asır sonra yaşayan Ahmet Yesevi Hazretleri de O’nun yolunu takip edenlerdendir. Ahmet Yesevi Hazretleri, Anadolu’ya Tevhid mayasının çalınması ve İstanbul’un Fethininin hazırlanması konusundaki gayretleri devam ettirmiştir. Bir çok alperen yetiştirerek Anadolu’da görevlendirmiştir.
“- Her kim bu dergaha gelirse ekmeğini veriniz, inancını sormayınız” düşüncesi Mevlana Hazretleri’nin;
“- Kim olursan ol yine gel” anlayışına zemin olmuştur.
“ Bana Seni gerek” sözünün ifade ettiği Allah sevgisi, Yunus Emre şiirlerinin temelini oluşturmuştur.
“Nimetlerin en lezzetlisi, çalışılarak elde edilendir” sözü ile;
“Sizden hiçbir ücret istemeyen o kimselere tabi olun çünkü onlar hidayete ermiş kullardır.” (Yasin 21) Ayetini tefsir etmiştir. Kendinden sonra gelen bir çok alim, ulema ve Müslüman bu tavsiye üzerine yaşayarak maddi kazançları ile tebliğ görevlerini birbirinden ayırmıştır. Gönüller bu samimi davet ile İslam’a ısındırılmıştır. Şeytanın, bu konuda kurduğu tuzak ve vesvese kapılarının kapanmasına vesile olmuştur.
Sohbeti; dervişimizin, hüzün deryamızın, şeyhimizin, sultanımızın son bir dörtlüğü ile kapatalım;
“Ezel sırlarını ne sen bilirsin ne de ben
Bu muammayı ne sen çözersin ne de ben
Perdenin gerisinde seni beni bir konuşturan var
Perde kalkarsa ne sen kalırsın ne de ben
Rabbim, onlardan ebeden razı olsun.